29 Kasım 2016 Salı

EKALLİYET REFLEKSİ VEYA CHP & SİSTEM ARAYIŞLARI - Eğitimci, Gazeteci - Yazar: Sıddık Demir

EKALLİYET REFLEKSİ VEYA CHP
     Sıddık Demir
            Devletin yaşında devlet gibi bir parti CHP…
Görülen tablo itibari ile Türk siyasi tarihinde değişmeyen tek partidir CHP. Nice isim altında nice partiler kuruldu ama hepsi bir noktada siyasi tarihimizin derinliklerine intikal etti. Evet, CHP’yi Atatürk kurdu ama ilk değişimi İnönü ile yaşadı. İnönülü CHP yalnız ilkeler bazında değil ruh kökeni anlamında da değişti. Siyasette takiyyecilerle bu değişim yaşandı. Bu değişimden sonra bir daha ‘değişmemek’ bu siyasi partimiz için kronik bir hal alarak adeta kurumsallaştı.
            İnönü’nün küçümserce yaklaştığı ‘milli ruh’ çoğunlukla takiyyeci siyasilerle temsil edildi. Yani çift kimlikli, kraldan fazla kralcı görünen kadrolar. Sürekli söylemlerine sakız yaptıkları  ‘devrimci sol’ kulpu da eklenince tadından yenilmez oldu. Adında ‘halk’ olan bu parti istisnai duruşları hariç sürekli asli unsurla kavgalı oldu. Bu kavga zamanla onları hırçınlaştırdı. Halen bu kronik yapı devam etmektedir.
            Halk işin farkında olduğu için bunlara fırsat vermedi, halen de vermemektedir. Bu hal, bu CHP’yi tabiri caizse zıvanadan çıkarmaktadır. İktidar olmaları demokrasinin kesintiye uğramasıyla olmuştur ancak. Her halde provokasyonlara bağlamıştır bütün umudunu. Normal yollarla iktidar olamayan bu kadro ancak ihtilallere umudunu bağlamaktadır.
            Şöyle geçmişe bir bakacak olursak bu hep görülür. Onun içindir ki ‘başkanlık’ sistemine karşıdır. Tek nedeni budur. Yani parlamenter sistemde, sistem veya siyaset sıkıntıya girdiği zaman, zinde kuvvetlerinin oluşturduğu olağanüstü durumlar neticesinde iktidar şansı yakalama fırsatı bile zor göründüğü halde başkanlık sisteminde CHP’nin ipi göğüslemesi sittin Allah görünmemektedir. Umutsuz vakıa…
            Yüzde yetmiş sağ seçmen profilinin değişmediği bir seçmen inisiyatifinde CHP’ li bir yönetimin olması düşünülebilir mi? İşte ciyaklamasının sebebi budur. Bu sistemin iyi veya kötü olmasından ziyade, zaten seyrek görülebilen iktidarın tadı, ancak rüyalarını süsleyen iktidar olma hevesi, başkanlıkla tamamen noktalanacağı için hırçınlaşmaktadır.
            Devletle beraber aynı yaşta olan bu parti ve zihniyet olarak değişmeyen kadroları, gelinen nokta itibari ile ekalliyetlerin karakterini yansıttığını asli unsur görmüştür. Bugün ki CHP ile dünkü CHP hep aynıdır. Dillerindeki devrimciliğin tarifi onlar için aslında statükonun taa kendisidir. Sağ kadrolar dururken devrimcilik CHP ye mi kalmıştır. Bu tespiti solun teorisyeni İdris Küçükömer’de söylemektedir.
            Bu kadroları oluşturan insanlarda hiç zihniyet değişikliği olmaz mı? Bu kadar mı beton kafa durumundadırlar. Dünya değişiyor. Çevremizdeki her şey, canlı cansız, zaman karşısında doğal değişime tabi olduğu halde bunlar nasıl değişmez. Her türlü musibet, her türlü gayri millilik, her türlü ekalliyet refleksi tıpkı tapınak şövalyeleri gibi çok kimlikli ve sinsi bir şekilde bu kalede saklıdır.
            Ne demek ‘seçimle gelen seçimle gitsin’. Siz değil miydiniz dokunulmazlık kalksın diye yıllardır avaz avaz bağıran. Siz değil miydiniz suça karışan ‘vekillik’ dokunulmazlık altında dahi olsa rahat etmesin diyen. İşte sizin de oyunuzla dokunulmazlık kalkmıştır. Suça karışan üstelik vatana ihanetten her bir ‘vekilinin’ onlarca yenip yutulacak cinste olmayan suçlara gark olmuş HDP’ lileri ilk savunan, ilk eylem ortaya koyan, şu an için siz değil misiniz?
            CHP; Cumhuriyetle yaşıt devlet partisi. Atatürk ün partisi ne hallere düştü bak hele. Onun ruhu anıt mezarda nasıl rahat eder bilinmez. Türk devleti bahtı kara maderini korumak için sınırımızdaki olaylara kayıtsız kalmadan, gücünün üzerinde bir performansla oyunları bozarak oyun kurmaya çalışırken, paçasına sarılarak dibe çekmeye çalışan CHP, siyaset mi yaptığını sanıyor. Bu milletin, bu melamet siyasetten haberdar olmadığını mı zannediliyor.
            Gerici CHP, statükocu CHP, her türlü ekalliyeti bağrında büyütüp yetiştiren CHP. Bütün bu siciline rağmen birde iktidar olmayı hedeflemez mi! Olamamanın hırçınlığı onu hop oturtup hop kaldırmaktadır. Özellikle yeni tartışılan sistemin kabulü halindeki umutsuzluğun getireceği sıkıntı, CHP’yi halden hale sokacaktır. Engellemek için belki de HDP gibi bölücülerin dahi aklına gelmeyen tedbirler alacaklardır. Dikkatli oluna.
            ***
SİSTEM ARAYIŞLARI
    Sıddık Demir
            Yıllar vardır ki bu ülkede hüküm süren parlamenter sistem bir türlü kamu vicdanını siyasi anlamda rahatlatamadı. Çok partili sistemde halkın iradesi gerçek anlamda parlamentoya yansımadı. Seçilmişler iktidar fırsatını bir yakalayınca sıkıntılı bu yapının değişimi için kıllarını bile kımıldatmadılar. En güçlü oldukları dönemde dahi es geçilmiştir. İktidarı ve muhalefeti ile bu konu tartışılmaya dahi açılmadı. Avrupa Birliği denilen kurumun dahi her konuda talebi olduğu halde bu konuyu yokmuş gibi telaki etmesi, ideal anlamda halk iradesinin önünü alma kaygısından başka bir şey olmadığı pek görünmez.
Neredeyse bir asra yakın zamandır sistem, her on yılda bir akamete uğramasına rağmen apar topar toparlanarak yeniden işlerlik kazandı. Oysa sistemin değişmesi için daha sağlıklı bir arayışı sorgulayan ne bir önerge ne de bir benzeri eylem ortaya konulmadı. Partiler kanununun demokratlaşması halinde Millet iradesinin meclise daha çok yansıyacağı aşikâr olduğu halde hiçbir parti, ister muhalefet ister iktidar olsun böyle bir teşebbüste bulunmadı.
Neden?
            Çünkü parti kurmaylarının işine geliyordu da ondan. Liderlerin saltanatlarının hesap verme eğilimine zemin hazırlamak demek kendi iplerini kendileri kesmektir de ondan. Makama bir kere oturmaya görsünler, en bildik anti demokratik yolları kullanarak orada kalmayı beceremiyorsa gülünç duruma düşüleceğine inandıkları içinde ondan.
            Benzeri tavırlar liderleri otoriterleştirdi. Ondandır ki hiçbir lider bulunmuş oldukları makamı kendileri arzu etmediği müddetçe -şayet olağanüstü bir şey olmazsa- terk etmez ve etmediler. O halde ne yapmak lazım. Yasalarla bu işi düzenlemek gerekir diyeceğiz ama yine başa dönmüş olacağız. Zaten bu konu yasalaşmış olsa söylenecek söz kalmaz.
            Postacı kapıyı bir defa çalar derler. Tam fırsat, bu fırsat, on beş yıla yakın Ülke’yi başarılı bir şekilde yöneten bu siyasi kadronun ve karizmatik liderinin bir takım ihtiras ve hırslarından arınmış olmalılar ki, sistem değişikliği programını ülkenin gündemine taşımışlar. Bu bir fırsattır. Siyasilerin ittifakla veya çoğunluğunun uzun mütalaaları neticesinde, parlamenter sistemdeki gibi değiştirmekten zorlanılan mini hataların dahi olmaması için bu fırsat değerlendirilmelidir.
            Bu sistemde kamuyu ilgilendiren en önemli arıza, tek başına iktidar olacak oyun alınmaması halinde, aleni horoz kavgası gibi bitmez tükenmez sürtüşmelerle yönetimde zafiyetin zuhur etmesidir. Koalisyon hükümetlerinin Ülke kalkınmasında zafiyetleri bilindiği için bu algı psikolojik olarak ortada durmaktadır.
            Hal böyle iken ister başkanlık olsun, ister başka bir sistem fark etmez, yeter ki koalisyonlara mahkûm olmadan halkın iradesinin tam olarak yansıtıldığı demokratik, sosyal, hukuk devletinin inşası tesis edilsin. Azınlığın hukukunun korunarak çoğunluğun iradesinin temsil edildiği veya edileceği bir sistemin adı ne olursa olsun, önce bu ülkeye iktidar olsun.
            Öbür yandan;
            Ülkede ki seçmenin demografik yapısı gündemde ki başkanlık sistemine çok uygundur. Başkanlık sistemi bildiğimiz kadarıyla iki kutuplu bir sistemdir. Çoğunluğu alan parti iktidara gelir ve ülkeyi yönetir. Bu noktada da ‘başkanlık’ sisteminin alt yapısı hazır demektir.
            Velhasıl demem odur ki, Ülkemizde siyasetin kaynağı olan halkın seçmen profili başkanlık sisteminde olduğu gibi iki kutupludur. Sol ve sağ. Seçmen olarak  %30-35 arası sol,  %65-70 arası sağ profili yansıtmaktadır. Dolayısı ile başkanlık sisteminin alt yapısı seçmen bazında zaten bir asra yakın böyledir. Bu yapının bir an önce yasal anlamda sistemleşmesi, bahsi olunan seçmen profili nezdinde çok rahat kabul göreceğini şimdiden söyleyebiliriz.
            Her şeyin hayırlı olması dileğiyle..

2 Ocak 2016 Cumartesi

Hayati Vasfi TAŞYÜREK (Şair, Gazeteci, Siyasetci) (1931-1990), Sıddık DEMİR

HAYATİ  VASFİ  TAŞYÜREK
(Şair, Gazeteci, Siyasetci)
(1931-1990)
                                     Sıddık DEMİR
            1931 yılında doğmuş olan Hayati Vasfi Taşyürek K.Maraş-Afşin-Tanır Kasabası nüfusuna kayıtlıdır. Yalnız kimlik bilgileriyle oluşmuş bir aidiyet duygusuyla değil, bir ömür fikirleriyle, sanatıyla ve dahası aydın kimliğiyle toprağına bağlı olarak hayatını ikame etmiştir. Ancak finale ramak kala şartlar onu Başkent Ankara’ya itelemiş olup, son nefesine burada kavuşur.
            Asker bir babanın, kültür hayatımıza damgasını vuran bir evladı olan Hayati Vasfi Taşyürek, Yüzbaşı rütbesiyle uzun dönem ordu bünyesinde görev yapmış Dede Efendinin oğludur. Bu rütbede emekli olan Dede Efendi çocuklarını kendi köyünde geleceğe hazırlamak ister. Tarımla uğraşmanın yanında Hayati’yi sanat öğrensin diye hemen yanı başında daha büyük bir şehir olan Elbistan’da kunduracı çırağı olarak bir esnafın yanına yerleştirir.  Hayati, askerlik çağına kadar bu sanatı öğrenmek için gayret eder.  Zaman içinde ustasının kızına âşık olur. Duruma muttali olan babası Dede Efendi, işe aleniyet kazandırsa da, Hayati’nin Ustası bu işin olmaması için kestirip atar. Kızını mutlaka bir memura vereceğinden bahisle Hayati’yi işyerinden kovar. Böyle bir gönül ilişkisinden sonra Şairimizdeki şairlik istidadı başlamış olur.
            Yaşadığı zamanın tarım toplumu insan standartlarının istisnai bir örneğini teşkil eder. Çünkü bürokrat bir babanın oğlu olarak yetişme şartı ve alışkanlıkları ona akranları arasında zaten başak bir sıfat kazandırır. Yani köyde kasabada yaşar ama köylü kalmaz. İmkânları ölçüsünde ülkesinin birçok yerlerini gezer. Şiirlerinde hep büyük resmi yorumlar. O resmin problemlerine bigâne kalmaz. Doğuştan verilmiş olan yetenekleriyle de hayranlık uyandıran şairimiz Hayati Taşyürek, yaşadığı bölgenin dışa yansıyan parlak yüzü olur hep. Fiziki görünümünün yanında, davudi sesiyle yapmış olduğu hitabetleri kayda değer özelliğidir.  Medeni bir diş görünüm ve disiplinli bir yaşama biçimi neredeyse koskoca bir ilçenin medarı iftiharı durumunda olma özelliğine sahip olmuştur. Bu özelliğinden olmalıdır ki medeni cesaretine ilaveten girişimciliği veya yenilikçiliği de gelişmiştir. Çok yönlü bir kişilik sahibidir. O, temsil galibiyeti yükseklerde yer tutan birisidir. Şairdir, gazetecidir, siyasetçidir, yöneticidir. Şöhreti yaşadığı coğrafyanın sınırını çoktan aşmış biri olan şairimiz halkının değer yargısına sanatıyla hizmeti daima şiar edinmiştir.
            Kendi kasabasının ilk belediye başkanı olarak yapmış olduğu hizmet aradan en az kırk yıl geçmesine rağmen halen aşılamamıştır. Bu anlamda kadir kıymet bilinir durumdadır. İsmi halen canlıdır. Şairliğinin gelişmesinde katkısı olan arkadaşı Ferağı Sağ’ın tavsiyesiyle Hayati ismine ilaveten ‘Vasfi’ mahlasını almıştır. Bundan sonra Hayati Vasfi Taşyürek olarak bilinmeye başlamıştır sanat camiasında.
            Onu meşhur eden şiiri ‘Lügatçemiz’dir. Zamanla bu şiir şairimizle beraber büyüyerek Türk edebiyatında haklı olan yerini almıştır. Özellikle bölge halkı nezdinde bu şiir, Karakoç’un ‘Mihriban’ı veya Necip Fazılın ‘Sakarya’sı gibi dilden dile söylenir durur. Bu şiirle yöresel şivemizin unsurlarını büyük resimdekilerin beğenisine sunar. Şiirlerinde Memleket gerçeklerine kendi zaviyesinde yaklaşarak iddiasını oluşturur.
            Siyasetten ari olmadığı için politik şiirleri pek çoktur. Sosyal ve kültürel endişelerini felsefi bir ahenkle işler. Bazı şiirleri ödüllere layık olmuştur. Çok şair dostları olmuştur. Muhammet Çıtak, Abdurrahim ve Bahattin Karakoç kardeşler, Hilmi Şah ballı, Cemal Safi, Ayhan İnal bunlardan bazılarıdır. Cemal Safi’nin kendisi hakkında yazdığı ‘Gardiyan’ şiiri bir şaheserdir. Biz onun şairliğinin analizini yapacak değiliz.  Teknik adamların işidir bu durum. Biz daha çok işlediği konular ve vermiş olduğu mesajlar bakımında beğenimizi sarf ederek onu yâd etmeye çalışıyoruz.
            Afşin –Elbistan ovasının şairleri pek çoktur. Bunların önemli bir kısmı zaten Pazar olmuş, ayrıyeten bizim pazarlamamıza gerek yoktur. Hayati Vasfi de bir Mahsuni, bir Karakoç kardeşler, Bir Kul Hamit, bir Hacı Yener ve dahası bir Derdiçok gibi dünü olan, bir Erol Giryani, bir Haşim Kalender, bir Mehmet Gözükara, bir Eyup Şahan, bir Mahir Başpıhar, bir Ahmet Süreyya Durna, bir Tayyip Atmaca, bir Celalettin Kurt ve bir Mehmet Güneş gibi bugünü olan pazardır.
            Şairimiz bir kalem şairidir. Üslubu kendi standardını oluşturur. Yunus sevdalısıdır ama Akif’çe yazar. Bu yönüyle kendinden sonraki şairlerden Mehmet Güneş ve Ahmet Süreyya Durna ile ayni kategoridedir diyebiliriz. Mehmet Güneşin şiirleri Aşık tarzının dışında ideolojisi olan şiirlerdir. Şehir kültüründen hareketle şehir insanına hitap eder. Ciddi bir kültürün şiirle dışa sızmasıdır. Süreyya Durna’da hakeza öyledir. Az üretmesine rağmen hemen her şiiri sahsına münhasır, şiir gibi şiirdir. Zengin bir birikimin sıradan olmayan ürünleridir onun şiirleri. Hayati Vasfi’yle benzerlikleri muhataplarının şehir kültürü mensupları oluşudur.
            Kırsal kesimin yani tarım toplumu insanlarının duygularına yönelik metot aşık tarzıdır. Bu kesimde fazla tahsil veya kültür aranmaz. En önemli kaynakları ilhamdır. Şehir toplumu insanlarının durumlarına uygun şair modelleri ise genelde Necip Fazıl, Ali Akbaş, Hayati Vasfi, Süreyya Durna, Mehmet Güneş ve Cemal Safi gibi şairlerdir. Şehir toplumu insanının birçoğunun şiirden ziyade roman ve hikâyelerle iştigal etmesi belki de gelişmişliklerinin veya beklentilerinin seviyesini gösterir. İlham kaynağı olan eserlerden ziyade modern hayata dair klasik mesajlarla kurgulanmış manzum yazılar okumayı tercih ederler.
            Gezip görmeyi çok seven şairimiz Hayati Vasfi’nin şiir anlayışı elbette kendi görgü ve birikimleri yönünde olmuştur. Torunu Selçuk’a atfen, onun sahsında bütün ülke gençliğine yazdığı ‘Selçuk name’ de denilebilecek oldukça uzun tuttuğu şiiri sanki bir kütüphanenin özet olarak görsel medyaya yansıması gibi bir şey olmuş. Yine ömrünün son demlerinde hayatını idame ettirebilmek adına ekmek parası kazanabilmek için jeton dahi satan şairimiz, bu durumunu hiç yese düşmeden ‘Jetoncu Amca’ şiiriyle taçlandırması kendi hayat hikayesi olmuştur adeta.
            Doğup büyüdüğü Kasabasında iki dönem belediye başkanlığı yapan, ilçesi Afşin’de uzun bir süre ‘Efsus’ adında yerel bir gazete çıkaran, Kalbimizdeki Arzu, Eshab-ı Kehf, Dile gelen Anadolu, Ülkü Tomurcukları ve Nazar adında şiir kitapları olan bir şairin, bir siyaset adamının, bir gazetecinin, Ankara -Demetevler semtindeki bir PTT nin önünde, altında hasırdan bir iskembe, üstünde jetonların sıralandığı basit bir sebze kasasıyla ihtiyaç sahiplerinin ‘Jetoncu Amcası’ Hayati Vasfi Taşyürek ömrünün finalini böyle bir ortam içerisinde tamamlar.  Tanır   kasabasında medfundur.
            Ölümünden nice sonra şiirlerinden bir kısmını besteleyen ses sanatçısı Mustafa Yıldız doğan bu yönüyle şairimizin gündemde kalmasına önemli bir katkı sağlamış olur. Allah rahmetiyle kucaklasın.

7 Aralık 2015 Pazartesi

DEMİRCİ HALİL - Sıddık DEMİR

DEMİRCİ HALİL
                                  Sıddık DEMİR
           Erzurum’un merkezine bağlı bir kasabada yaklaşık yüze yakın çeşitli rütbede askerlerden oluşan bir karakol. Şuna askeri bir birlikte diyebiliriz. Karakol komutanı  Kahramanmaraş - Elbistan nüfusuna kayıtlı genç yaşta biri. Birliğine kısa dönem askerlik görevini ifa etmek için  Afşin - Dağlıca’lı inşaat mühendisi Emre Gülbey adında bir asker gelir. Bir aylık olan acemi birliğinde eğitimden geçtikten sonra  geri kalan dört aylık mecburi hizmeti için bu kasabadaki birliğe gelen Gülbey ;
            Hemşericiliğin yanında ılımlı, uyumlu görgülü bir kişilik yansıttığı için komutanının gözüne çoktan girmiştir bile. Resmi görevinin dışında, arkadaştan da öte, aynı toprağın insanları olması, ayrı bir ilişkiler yumağının gelişmesine neden olur. Gülbey burada geçirmesi gereken zamanın en güzel bir şekilde geçtiğini daha sonraki hayatında sıtayişle bahsedecektir hep. Bir gün;
            Komutanının babası oğlunu ziyaret için Erzurum da ki birliğe kadar gelir. Oğlunun makam odasına geldiğinde Gülbey’le tanışır. Adamcağız olgun yaşta,  görmüş geçirmiş biri. Elbistan - Afşin ovasında ki her dağın, her tepenin hatıralarıyla beraber, tarihe mal olmuş kişilerinin, durumlarının farkında olarak yaşamışa benzer görünmektedir.
            Oğlunun dışında aynı toprağın bir neferi ile diyarı gurbette karşılaşması, derinine sohbet etmesine vesile olur. “Evladım hangi köydensin” sorusuna “Maravuz’luyum amca” cevabını alması üzerine adamcağız “Senin yaşın küçük, biz biliriz, o köyde bir Demirci Halil adında yiğit, misafirperver, gölgesine sığınılır, çevresinde ki alimlere oldukça düşkün, geleni gideni, yiyeni içeni hat safhada bir muhterem zat vardı. Ben küçüktüm ama babamla olan birtakım hatıraları nakledilirdi bizim evlerde. Böyle birini hiç duydun mu?” dediği vakit Gülbey; amcacığım bahsettiğin kişiyi fiziki olarak tanımam. Ben doğmadan çok önceleri rahmeti rahmana kavuşmuş. Ancak şunu hemen ifade edeyim; Demirci Halil dediğiniz zat benim dedemdir. Bize köyde Demirciler derler. Benim soyadım da Demir’dir. Şu anda inanılmaz bir duygunun içine ittin beni. Evet, bende babamdan işittiğim kadarıyla bölgemizin kültürüne yabancı değilim. İstersen gerek Dedemle ilgili gerekse diğer güzelliklerimizle ilgili sohbet edebiliriz.
            Adamın gözleri parlar. Yüzünde ki olumlu ifade ile ağzının silüetine yayılması uzun müddet devam eder.
            - Bahtiyar olurum evladım diyerek kendi kendine; “şu Allah’ın işine bak, oğlumu ziyarete geldiğim vakitlerde ayaküstü uğrar hemen dönerdim. Ama şu an itibariyle bende hep hayranlık uyandıran koç gibi bir adamın torunu ile sohbet etmek elzem oldu” diyerek ayaküstü olan bu tanışma faslını bırakarak kendine gösterilen koltuğa yayılır.
            “Gülbey evladım, bir baba olarak komutanının adına inisiyatif kullanmak yapmış olduğum iş değildi. Ancak yarın Elbistan’a döneceğim. Onun için sen şu işlerini bir kenara bırak da şöyle karşıma otur lütfen,  sohbet etmek isterim. Eğer bir mahsuru yoksa evladım” diyerek Gülbey’in de karşısına oturmasını sağlar. Bu konuşmalara şahit olan Komutan oğul; “Ne demek babacığım, siz sohbetinize devam edin. Kimse sizi rahatsız etmez. Güya beni görmeye geldin ama iki laf edemedik. Anlaşılan toprağın hatıraları seni aldı götürdü. Ben geç geleceğini evdekilere bildiririm. Sen müsterih ol babacığım”. diyerek makamının dışına çıkarken, “her on dakikada bir çaylarını ihmal etmeyesin” diye nöbetçi askeri uyararak başka işlerine döner. Baş başa kalırlar.
            Gülbey; sohbete bir yerden başlanması gerektiğinin farkında olarak, sükûtunu bozmadan Adam; “seni dinliyorum evladım. İşe ailenizden başlayabilirsin” uyarısıyla Gülbey bildiği kadarıyla anlatmaya başlar.
            -  Bizim sülalemizin nihai dayandığı yer İran Horosan’ı imiş. Öyle söyler babam. Söyleyeceklerimi babamdan duyduğum kadarıyla nakledeceğim. Bu anlamda benim özel bir araştırmam yok. Büyük büyük dedemiz Kara Memet, Kayseri-Pınarbaşı’nda kısa bir süre ikametten sonra  bugün bildiğiniz Afşin’in Maravuz köyüne yerleşir. Malumunuz sonradan köyümüzün adı ‘Daglıca’ olarak değiştirilmiştir. Kara Memet Dede elinden ve dilinden maharetli olduğu için kısa sürede köyün Demircisi olur. Kendinden sonra bu mesleği oğlu Mustafa devam ettirir. Böylece sülalenin adı ‘Demirciler’ olarak bilinir. İşte sizin adını duyduğunuz Demirci Halil, Mustafa Dedenin dört oğlundan ikincisidir. Ağabeyi Memet Yemen’de askerlik yaparken şehit düşer. Adı küçük kardeşe verilir ki ismi yaşasın diye. Halil Dedemizin iki tane de kız kardeşi vardır. Sarızın Büyük Söbeçimen köyünde dayıları vardır. Baba ve ana tarafları Avşar Türkmenlerindendir.
            Halil Dede ile ilgili birbiriyle bağlı olmayan bazı anekdotlar aktarmak isterim. Kendisi uzun dönem muhtarlıkta yapmıştır. Döneminde köyün Aksaçlıları diyebileceğimiz Kalenderler kabilesinden Haşim Ağa, Kasımlardan Mustafa, Keşirlik denilen bölgede Karapalta, Öksüzlerden Kel Bayram, Yakuplardan Kör Omarın Memet, Hoca Derviş, Velikalerde Ali Çavuş, Köselerde Ali Kağ, Topaktaş mezrasında Abidin, Dervişler kabilesinde Bekir, Kırlarda Feramiz başta olmak üzere, ileri gelenler nezdinde Demirci Halil’in ve Haşim Ağan’ın yerleri bir başkaymış.
            Demirci’nin meclisinde, zaman zaman köy dışında, yani Elbistan- Afşin - Sarız yöresinden seçkin insanlarda bulunurmuş. Bunlardan Afşin’de Menzoğlu Ahmet adında yörenin en büyün alimlerinden biriyle, Sarızlı Bakı Hoca namıyla tanınan büyük bir zat, sık sık uğrayarak uzun süre sohbet ederlermiş. O dönem için iki türlü geçim şekli varmış. Biri tarım yani çiftçilik, diğeri ise zenaatmış. Dedemin babası Mustafa, Demirci olduğu için ölünce tezgâhın başına Halil Dede, büyük oğul statüsüyle geçmiş. Zenaat sahibi olmak önemli bir maharet olduğu için, zenaatı olanlar, icra etikleri müddetçe o günün şartlarında geçimi en iyi olanlardanmış. Sürekli ihtiyaç duyulan bir meslek mensubu oldukları için köyün hali vakti yerinde olanların ilk sırasına giriyorlarmış. Halil Deden’inde bunca masrafları ancak öyle karşılanırdı herhalde. Hani derler ya “sefaletten asalet olmaz” bu laf çok doğrudur. Geleni gideni, yiyeni içeni ağırlayıp memnun edemezsen, kuru gürültüyle işler yürür mü?. Bu kadar sevilip sayılabilir ve sözün kanun gibi geçerli olur mu?.
            Mesela; köylüsünde biri, sizin Elbistan’da bir esnafı dolandırır. Esnaf bir türlü bu zata ulaşamaz. Sonunda dükkânını kapatarak bu adamın köyü olan Dedemin köyüne gelir. Mağduriyetini, gördüğü, karşılaştığı her köylüye anlatarak borcu olan kişiye ulaşmak ister. Adamı bulamaz, çünkü adam haberdar edildiği için sürekli yer değiştirir. Derler ki; “bu böyle olmaz Demirci Halile git derdini ona anlat”.
            üyük bir çaresizlikle Demirci’nin huzuruna çıkar ve derdini anlatır. Kaç lira borcunun olduğunu öğrenen Demirci, elini cebine atarak adamın alacağı olan parayı öder ve der ki; “Sen benim misafirimsin. Bir densiz sana yanlış yapmış. Bu köylüm adına senden özür diliyorum ve borcu olan alacağını ödedim. Var git kardeşim. Birazdan bu sahtekâr köylüme haber salacağım. Görelim bakalım borcunu nasıl ödemez” diyerek adamı yolcu eder.
            -Sonra parayı alabilmiş mi sorusuna Gülbey; Ne demek amca, bir gün sonra o adamın kendisinin içinde olmadığı aile efratlarından bir grup, özür yazırla huzura gelerek ödemeyi yaparlar. Esas borç sahibi malum kişi ise Demirci’nin meclisine bir daha uğrayamaz.
            Halil Dedemin üç hanımı varmış. İlk hanımı Kalenderlerden Sivri Bekir’in kızıymış. Demirci Dede bu kızı kaçırarak evlenmiş. Büyük çocukları bu hanımdan olup Kalenderlerin yeğenleri oluyorlar. O zaman babası Mustafa Dede hayatta olup bayağı zenginmiş. Kalenderler sayısal anlamda büyük bir kabile olduğundan Dedemin birkaç sürüsünü kendi kapılarına çekerler. O zaman itibariyle bir sürü en az 150-200 arası koyun- keçiden oluşurmuş. Başlık parası olarak buna göz yumulmuş ve sulh olunmuş. Bu evlilikle Halil Dede kendisini daha güçlü hissedermiş.
            Akabinde Kırmızı Hüsne adıyla bilinen köyün en güzel hanımı ikinci karısı olmuş.
            Kırmızı Hüsne’nin hikâyesi çok daha vahimdir. Kendisi Öksüzler denen kabilede gelindir. Kel Bayram adıyla maruf ileri gelenlerden bir zatın ağabeyi ile evlidir. Kırmızı Hüsne yaşı on sekiz olmadan üç kız çocuk anası olur. Beyi de askerlik çağında genç bir delikanlı. O dönem evlilik yaşı çok küçük olduğu için bu durum günümüzde yadırganabilir. Kırmızı Hüsne Ebemizin kocası üç çocuğunu geride bırakarak askere gider. Mecburi hizmet, vatani görev, şu an bizim yaptığımız gibi. Dönem imparatorluğun sonlarıdır. O zaman Devletimiz yedi düvele karşı en az yedi yerde savaşmaktadır. Bizim askerinde nereye gittiği belirsiz. Aradan tam beş yıl geçer.    Kırmızı Hüsne, kapısına dayanan postacı askerin verdiği haberle kocasının Yemen’de şehit olduğunu öğrenir. Kısa bir süre sonra Kırmızı Hüsne Ebemiz töre gereği dışa çıkmadan Şehidin küçük kardeşi Ahmet’le nikahı kıyılır. Dönem çok çalkantılı dönemdir. Gençleri bir milletin kaderini değiştirmek için tapır tapır düşerken, zevki sefa içinde sıcak yataklarında uyanmak zül gelir ya insana,  işte böyle bir haleti ruhiye içinde Ahmet’de askere alınır. Maravuz dağlık bir köy olduğu için isteseler gitmeyebilirlermiş. Asker kaçağı olarak savaş sonrasına kadar beyhude yaşama imkanları varmış. Ama gönüllülük, topraklarına ‘Yad’ ayağı bastırmamak bugünde dünde bir kültür, bir inançtır be amca. Bir sene sonra yine Kırmızı Hüsne Ebenin kapısı askerlerce çalınır. “Kocanız Ahmet Dersim’de şehit düştü” haberi verilir. 
            Oğlan mı kız mı? Hakkında bir bilgisi olmadan hamile karısını bırakıp askere giden Ahmet’den de bir kız çocuğu olmuştur Kırmızı Hüsne’nin. Böylece yaşı yirmi olmadan dört kız çocukla yine dul kalan Hüsne Ebemiz tam oniki yıl çocuklarını büyütmekle meşgul olur. Ardı ardına iki kocayı da şehit veren bir kadını, bir anneyi, babasız kaderi kucaklamaya hazırlanan dört kız çocuğunu ve aynı ocaktan yani iki kardeşin ayni gayeyle şahadetini bir düşünün. Bir eşin, bir ailenin, bilumum yokluklar içinde hayat mücadelesine hazırlanan çocukların, sevgisiz, şefkatsiz büyüyeceği bir aile ortamı… Allah Hüsne ebeye yardım etsin.   Çok çocuklu olmasına rağmen isteyenide çok olur. Hani derler ya ‘yıllanmış şarap gibi’ kendi güzelliğinin farkında ve yaşı otuz beş bile olmamış.
            Onun gönlü “olursa Demirci Halil yoksa hiç kimseyle mümkün atı yok” dermiş. Ve nitekim Demirci Halil’in ikinci hanımı oluvermiş. Bahtsız Güzelana, kadersiz Güzelana… Ölünceye kadar bu evlilikle biraz güngörmüş. Kendisinin çok güzel olması dolayısıyla çocukları ve torunları hep Güzelana dermiş. Kızlarını Demirci’nin yanında iken gelin etmiş. Hatta büyük kızı Şerife’yi Demircinin en küçük kardeşi Kürdo lakaplı Memet ile evlendirmiş. Yemen’de şehit olan Memed’in adını olan Memet.
            Üçüncü hanımı da son dönemlerinde hizmetinde bulunmak kaydıyla alelade birisiyle olur. Geri kalan ömrünü bu hanımla geçirir. Mezarı Osmaniye’dedir.
             “ Gülbey evladım hele şu çaylarımızı soğutmadan bir içelim” uyarısıyla Gülbey’de ardına yaslanarak sohbetine ara verir. Bir müddet sonra;
            “Evet evladım çaylarımızıda içtik. Derler ya; zaman kısa, ben yorgunum, yol uzun. Keşke biletimi almamış olsaydım. Çünkü seni mütemadiyen konuşturduğumun farkındayım. Ne olur kusura bakma. Şunu da merak ediyorum, Demirci Halil’in ailesi ile ilişkileri nasıldı? Kendinden sonra yerini tutabilecek evladı veya torunu var mı, veya olacak mı”?
            Amca benim söylediklerim sizde bir kanaat oluşturmuşa benziyor. Şu anlatacaklarım belki rahatsızlık yaratabilir bizim aile meclisinde konuşsam. Sizin karşınızda ise ıkınmama veya sıkılmama gerek yok. Şunu ifade etmek isterim. Ne yazık ki Demirci dedemin yerini doldurabilecek bir evladı veya kardeş çocukları olmamıştır. Evlatlarının bugünkü halini imkân olsa da kendine gösterme fırsatımız olsa pek memnun kalmazdı herhalde. Demek ki olmazsa olmuyor. İlla ki âlim babadan âlim evlat olacak değilmiş.  İnsanın kemiklerini sızlatan evlat da oluyormuş çoğu vakit. Hani günümüzde çiftçilerimizi ilgilendiren bir durum var. İthal domates tohumunu ilk ekmede çok mahsul alırsın. Bu mahsulun ürününde elde ettiğin tohumdan da çıkla zarar edersin.  Genetiğiyle oynanmış olduğu için  ikinci dönem mahsulde hep dışa bağımlısın. Bu tohumlar genelde israil’de ithal edilen tohumlardır ve ikinci ürün olmaz. Yani ikinci kuşak melezleşmiş de ondandır. Ama yes’e düşmek haramdır dinimizde. Zalim olandan da alim zatlar beklemek mümkün. Göl dibinde su eksik olmaz derler ya, Halil Dedenin sülmünden, torunlarından böyle büyük adam çıkar mı, zamanla göreceğiz.
            Kardeşi Kürdo Memet’in damarından bu boşluğun doldurulduğu söyleniyor. Bu anlamda adam gibi adam olanda var elhamdülillah.
            Halil Dedenin küçük kardeşi Kürdo Memet yemende şehit düşen kardeşinin adını taşır. O da demircidir. Babası rahmetli olduğu zaman köyün ikinci bir demirciye ihtiyacı olmadığından kardeşi Memet, Gürünün Camılıyurt köyünde mesleğini icra etmek için o köye yerleşir. Bu köy Kürt köyüdür. Kürtler Demirci Memet’i çok sevdiği için ‘Kürdo’ lakabını verirler. Böylece Kürdo Memet ölünceye kadar, öldükten sonra da lakabıyla anılır. Mezarı Tanır köyündedir. Kendisi Halil ağabeyine göre daha zayıf bir pozisyonda olup çocukları da onu aşamamışlardır.
             “Evet yine çay molası evladım” uyarısıyla çaylar içildikten sonra Gülbey devam eder;
            - Yurt dışına işçi göndermek için ilçe Kaymakamının köyler arasında taraf tutması üzerine itirazını yüksek perdede ilgililere duyuran Demirci dede tesadüf olacak ya Kaymakamın tayininin çıkmasına sebep olur. O dönemde Devletlünün kılıcının sağı da solu da keskin olduğu, insanların onların her dediklerini emir kabul ederek yerine getirdiği, yani itaat kültürünün zirvede olduğunu düşünecek olursak, Halil Dedenin böyle bir şeye vesile olması inanılır gibi değil. Nice sonraları Maraş’a Vali olarak atanan bu Kaymakam, ilçeleri teftişi sırasında Afşin Maravuz köyü arasında, Kuruhan denilen yerde Dedemle karşılaşırlar. Resmi arabanın çıkardığı ses ve toz duman, atıyla Afşin’e giderken, Demirci dedenin atının ürkerek yan tarafta ki tarlaya düşmesine sebep olur. Vali bey Demirci’yi tanır. Makam arabasından inerek yanına, “beni tanıdın mı Demirci, ben Kaymakam iken sürdürdüğün adamım. Şimdi ise Vali olarak Maraş’a geldim” diye öfkeli bir eda ile çıkıştığı söylenir.
            Yine bir defasında İslam âlimi Menzoğlu Ahmet Efendi ve Sarızlı Bakı Hoca’nın da içinde bulunduğu bir kafile ile Afşin’in Örtülü köyünde Kabusoğlu Mustafa isimli bir aşiret reisinin evine misafir olurlar. Ev sahibi hemen ikram için bir koyun kestirir. Örtülü köyü alevi olarak bilinen bir köydür. Bundan dolayıdır ki Kabusoğlu, ıkına sıkına misafirlerine bir soru sormadan edemez. “Alevi birinin kestiği yenmez diye sizde bir kanat var. Eğer  şüphe edenleriniz varsa, bizim kestiğimize önem vermeden sizden biri bir başka koyun keserseniz yemekleri o koyunun etiyle yapalım” deyince Demirci Halil dede;
            “Mustafa ağa önemli bir konuya parmak bastı.  Söylediği gibi düşünen az değil. Bunun doğru olup olmadığını şu an aramızda bulunan Afşin Elbistan ovasının en büyük âlimi olan Menzoğlu’na bu soruyu yönelterek cevabını alalım da işin doğrusu ne imiş öğrenelim” der. Çünkü Demirci Halil, Kabusoğlu’na sık sık uğrayarak nimetinden istifade ettiği, aralarında geçen bu konularla ilgili bozuk, bilinçsiz ve bilgisiz yanlış yapılanmaların marazi olduğunu,  çoğu kez üzülerek gündeme getirdikleri için, birde bu konu hakkında alanında tahsil görmüş bir âlim’den cevabını almak ister.
            Menzoğlu Ahmet;
            “Dinimize bir takım şeyler sonradan uydurularak sokulmuştur. Bu anlayış farkından dolayı karşı taraf için söylenebilenler doğru kabul edilmiştir. Derken dinden olmayan veya dini hiçbir hüküm bulunmayan birtakım bidatlar hayat bulmuştur. Şu anda örneğini burada görmekteyiz. İnsan hadiselerin içinde sürüp giden bir hayatı anlamak ister. Oysa zamanın geçmesi ile müminin kalbinde buna benzer yanlış algılamalarla derin yaralar açılır. Misafiri bulunduğumuz ev sahibi, kestiği bir koyundan yapacağı yemekler hususunda bu hissiyatı şu an için yaşamaktadır. İkram etmek için çırpınıyor ve kendi emeğinin işe yaraması konusunda da tereddütleri var. Zulüm görüyor bir nevi adamcağız. Bunun sebebi de din algısından yenilenmenin yokluğudur. Eğer bir dini hayat kendini yenileyemez, bidatlardan uzaklaşmaz, içine yeni tecrübeler katarak zenginleşemez ve yeni ifade yolları bulamaz ise, insanlar ona olan ilgilerini yavaşça kaybedebilir. Hatta bütünü ile yabancılaşabilir. İçinde tek Allah inancı olanların arasındaki bu ve buna benzer yapılanmalar, algılar ve adetlerden bir an önce kurtularak bizi ağırlamak için cansiperane gayret eden şu insan kardeşimize zulüm etmek İslam da yoktur. Vesselam.” diyerek sözünü tamamlar.
            Gülbey kendisini pür dikkat dinleyen muhatabına; “İşte böyle amca, çok konuştum, sıkılmadın inşallah” diyerek devam eder; “Ne iyi etdinde geldin buralara kadar. Böyle bir yerde sizin gibi biriyle, yani bir başkasıyla kendi ailem hakkında sohbet etmek benim için çok büyük bir onurdur. Buna siz vesile oldunuz. Anlıyorum ki altının kıymetini sarrafı bilirmiş. Sizin kumaşınızda sarraf olmalıdır. Aynı kanı taşıyanlardan, aynı dili konuşanlardan ziyade, aynı duyguları, aynı asaletli duruşu sergileyenler, daha çok anlaşır ve birbirlerinin kıymetini daha çok bilirmiş” sözü üzerine;
            “-Evladım Gülbey; şimdi anlıyorum ve bu sohbet sonunda görüyorum ki dedeniz Demirci Halil’in ocağı şahsınızda sönmemiştir. Öyle zannediyorum ki onu da geçeceksin. Bu potansiyel sende var evladım. Seni Allah’a emanet ediyorum. Hakkını helal et yavrum” diyerek toparlanır.    

Hacı Mustafa Yardımedici Hazretleri; Araştırmacı-Yazar, SIDDIK DEMİR

Hacı Mustafa Yardımedici Hazretleri
                SIDDIK DEMİR
        Diyanet İşleri Bakanlığı’nın finansatörlüğünü yaptığı “Sahibini arayan madalya” isimli belgesel mahiyet de arz eden  K.Maraş’ın düşman işgalinde vermiş olduğu mücadeleyi anlatan filimde gerçeğe uygunluğu tartışmasız kabul edilen  “Ali Sezai” rolün de  işlendiği gibi Kadir-i Şeyhi  Ali Sezai  Hz.lerinin iki halifesinden biridir  Mustafa Yardım edici. Diğeri ise bir ömür tek bir bağlısı dışında dervişi olmayan Sofu Ökkeş Efendi’dir.
      Ali Sezai Hz. aynı zamanda  Maraş’da  Ulu Camide kürsü şeyhliği (merkez vaizliği)yapmaktadır.  Ali Sezai Hz.leri, yolunun takipçileri tarafından büyük Şeyh Efendi olarak bilinir.   
     Mustafa Yardım edici Hz. küçük yaşta yetim kalmış, ailesinin üzerine titrediği bir çocuk, genç yaşta dergahla tanışır. Şeyhinin hizmetinde bulunarak zahiri ilimler konusunda kendini yetiştirir. Hocaları hep Maraş eşrafındandır. Fevkalade düzenli ve temiz görünümünü hep muhafaza eder. Onun için ilk dönemlerde arkadaşları kendisine “Süslü veya Apalak Mustafa” diye hitap ederler.
      Manevi olarak mesafe alabilmenin en önemli yolu bir mürşide intisaptan ve o uğurda gayret göstermekten geçeceğinin idraki ile Mustafa Yardım edici bir taraftan ailesinin geçimi için çalışırken, diğer taraftan dergâhta ki yerini önemli hale getirmek için çok çalışır. Bu gayreti Şeyh Ali Sezai Hz. lerinin  gözünden kaçmaz ve çok genç yaşta onda ki kemalatı fark ederek  icazet verir.
      Mustafa Efendi;  Debbağ-dericilik sanatının imalata yönelik olan kösgerlik, mesleği olduğu için, yaptığı ayakkabıları satarak geçimini temin eder. Askerlik dönüşü evlendiği ve çoluk çocuğa karıştığı için köşgerliği ihmal etmeden sekiz erkek bir  kız evlatla, sıradan bir esnaf intibası oluşturarak hayata devam eder.
        Şeyhi Ali Sezai Hz. Hakka yürüdükten sonra posta Sofu Ökkeş Efendi oturur. Mustafa Efendi, o dönemin sıkı takiplerinden -tedbir gereği -sakındığı için eşiyle ve çocuklarının eğitimiyle uğraşır. Yapmış olduğu ayakkabıları civar illere satmaya devam eder.
         Bir gün yine böyle bir ticari kaygı ile Adana’ya varır. İstirahat için konaklama yerine çekilir. İştirak ettiği sabah namazı sonrası cami çıkışında, nurani yüzlü biri önünü keserek “Maraşlı Mustafa Efendi siz misiniz” sualine “Evet” cevabını verince  “Buyurun Sami Efendi sizi bekliyor”denerek Hacı  Sami Hz. lerinin huzuruna çıkarılır.
          Hacı  Sami Efendi (Mekke’de Medfun) onu kapıda büyük bir muhabbetle karşılar. İzzet ikramdan sonra karşılıklı hediyeleşirler, Sami Efendi  Ona Nakşi’den,  o da Sami Efendiye Kadiri tarikinden ders tarif eder. Sami Efendi ile bir ömür oluşacak dostluğunun tanışmışlığın temeli böylece atılmış olur.
Ankara’ya İntikal:
          Efendi Hz.lerinin çocuklarından biri Diyanet teşkilatında memur olduğu için babasını Ankara’ya yanına gelmesi için sürekli sıkıştırır. Ömrünün son demlerinden elim bir tertip gereği talihsiz bir durumla hayatını noktalayan diyanet teşkilatı görevlisi oğul, babasının Ankara’ya hicretinin zahiri sebebidir. Şems’in  Mevlana’nın , İskilipli  İbrahim Etem’in  Mustafa Köksal’ın coğrafyasına kadar zuhur etmelerinin rabbani tasarrufu geniş kitlelerce o dönem için bilinecek değil ya… Zahiri sebepler görünüşte insan hayatında ki sebep sonuç ilişkisini tayin edeceği için ona sarılınır.  Efendi Hz.1953 yılında Ankara’ya ailesiyle birlikte gelir. Kendisi Maraş’ta sanki kamufle edilmiş,  gizlenmiş ,tanınma derecesi zayıf bir kişilikten Ankara’ya intikal etmesiyle tam tersi bir dönüm yaşanır.
             Bu değişikliğe tasavvufi kültürde “uzlet ve halfet” hayatı denir. Uzlet hayatın bırakılarak halfet hayatının yaşandığı Ankara da ismi duyulmaya ve bağlılarının sayısı artmaya başlar.
             Sürekli namaz kıldığı cami imam-hatibi oğlu olduğu için ona oğlum  “Cemaatin içinde Marangoz Galip Efendi adında bir zat var mı?  Ben onu arıyorum bulunca beni haberdar et” diyerek arzusunu bildirir.
          Marangoz Galip Efendi ise; Maneviyatın da emri ilahi gereği büyük Şeyh Ali Sezai Hz. postunun gelecekteki sahibi olacak gönül eri, Mustafa Efendinin sırtında ki yükün varisi. Bir ulu zincirin büyük halkası , olacaklardan habersiz için için yanmakta, halden hale sürüklenmekte, Rabbi ile halleşmede, önce kokusunu hissettirerek, bilahere cismaniye tinin beklenmesin de ki sabırsızlık veya gösterilen sabır…”Yeter artık dayanamıyorum” irticası “gönderiyorsan gönder de bir an önce bu hasret bitsin” diye yapılan gönül  imbiğinde ki feveranlar… 
          Oysa Galip Efendi;  Öz amcası, altı tarikat ulularından icazetli  Kara Şeyh adıyla bilinen Hacı Bekir Kuşcuoğlu, amcasının halifesi ve postnişini Ali Haydar Ahıskavii, onun da yerini dolduran  yine altı tarikattan icazetli kayınpederi  Şeyh Mustafa Andaç hz.lerinin aile oluşturduğu bir manevi ortamın aile fertlerinden biri olduğu halde tertibi ilahi gereği  sahibini bekler.
             Galip Efendi;  Emrinin altında onlarca insanın çalıştığı Ankara Saman pazar’ındaki atölyesinde verilen siparişleri karşılamak için gece gündüz alın teri dökerek çalıştığı yerin yanı başında boş olan işyerinin kiralandığını bilir. Kiralayan zatı daha önce hiç görmemiştir. Ama temiz nur yüzlü bir görünüşü olan bu zatı ara sıra iş yerine girip çıkarken selamlaşma dışında tanışıklıkları olmaz.
            Böyle merkezi  bir  yerde kiralanan bu işyerinde uzun dönem hiçbir işle iştigal edilmediğini dışarıda müşaade eden Galip Efendi kendi kendine “Burayı kiralayanlar deli mi akıllı mı bir türlü anlayamadım , bunca zaman geçmesine rağmen hiç iş yapılmıyor, dükkan kiralandığı gibi duruyor, acaba bunların maksatları ne ola, elbet bir bildikleri, yapmak istedikleri  vardır” gibi sözler sarf etmekte de geri kalmaz.
            Mustafa Efendi Ankara’da kaldıkları müddet içinde başta devlet ricallerinde olmak üzere maneviyat ulularından Hacı Sami Efendi, Süleyman Hilmi Tuna han , Said Nursi gibi yüksek maneviyatta zatlarla sık sık görüşüp muhabbet eder. Bu ulu zatlara ev sahipliği yapar, memleketin gidişatı hakkında ümit var bir gelecekten sitayişle bahseder. Kendi dönemlerinin istibdat veya baskıcı unsurlarının ortadan kalkacağını yerini çok daha özgür bir ortama bırakacağı hususun da  moral verici sohbetler ederler. Yakınlarına “Beni Şeyhimin vefatından sonra yetiştirdiler” der. Kendisinin de yetiştirmede memur olacağı şuurla aşığına dogru mesafe aldığının farkında olarak zamanın keşiştiği an marangoz Galip Kuşcuoğlunun;
             “Yeter artık dayanamıyorum ya gönder sahibimi rahatlayayım ya da al canımı da bu istek arzu çile bitsin” babında yakarışta bulunuşu hissettirilir.
           O gecenin sabahında büyük bir belirsizlik içinde iş yerine varan Galip Efendi tam da iş hazırlığı yaparken atölyenin kapısının ağzında iki kişi belirir. Birinin elinde Kur-an, diğeri onun biraz gerisinde elleri bağlı.  Galip Efendinin meraklı bakışları altında Besmele  çekilerek  içeri girerler.
           Galip Efendi ara sıra selamlaştığı yanı başında ki işyerini kiralayan adamı tanır. O adam Mustafa Efendi dir. Söze “Galip Efendi oğlum ben seni yetiştirmek üzere görevlendirildim, senin nasibin bizdendir. Bundan gayrı sen bizim manevi evladımızsın, mübarek ola” dediği andan itibaren Galip Efendi den o kadar rahatlama olur ki  bütün dertlerine, bütün manevi buhranlarına ilaç olan bu buluşma onun adeta ayaklarını yerden keser. Kuşlar gibi hafifler. Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun, Rabbime şükürler olsun… Defalarca tekrarlar.
         Metafizik zuhuratı:
       K. Maraşta iken bir gece çocuklarından Şevket Efendinin yattığı odanın kapısı açılır biri uzun boylu iki kişi girer. Meraklı bakışlarla gelen kişileri süzen  Şevket Efendiye “Oğlum babanız iyi adamdır, onun kıymetini bilin” derler ve çıkarlar. Bu durumu sabahleyin babasına anlatan Şevket Efendi şu cevabı alır.
    “Oğlum uzun olan Abdulkadir Geylani, kısa olanı da Ahmet el Rufa-i Hz.leridir. Hanemizi ziyaret etmişlerdir, sana görünmüşlerdir, bu senin için çok güzel bir manevi zuhurattır bilmiş olasın” der.
       Çocuklarının dönemin olumsuzluklarından etkilenmelerini arzu etmediği için tasavvufi hallere aşina olmaları endişesiyle metafizik örnekler verir. Çocuklarından Şevket Efendinin anlattıklarına göre ocak başında yanan meşe korunu eliyle alarak “Bu ateştir, Allah emretmezse yakmaz , bakın elimde bir yanma acıma var mı diyerek ateşi elinde uzun müddet tuttuğu halde eli yanmaz. Öyle ki eliyle yanan korları karıştırır, nihayetinde günümüzde tarikatlara karşı mesnetsiz ve yersiz düşmanlık var halk dahi böyle bilir, Allah’ı zikreden Şeyhe ve dervişlere karşı manasız tavırlar var. Bunlardan kendinizi korumanız ve olumsuz etkilenmemeniz için bir işaret olarak gösterdim “der.
        Onun en büyük manevi zuhuratı, Şemsi Tebriz’i gibi, onca zamandır ızdırap çeken bir gönül erine hal atlatmaya vesile olarak sıkıntılarından kurtardığı   gibi Galip Kuşçuoglunu bu alana kazandırmaya vesile olmasıdır.
        Mustafa Yardım edici Hz. ömrünün son dönemlerin de hac farizasını yerine getirir. Bu yolculuk dönüşü rahatsızlanır. Doktoru tedavi için ameliyat önerir. Kendisi ameliyat gününden bir gün önce “vücudumu yaramayacaklar” der ve o gün gelmeden rahmeti rahmana intikal eder. Emri ilahi gereği ölüm döşeğindeyken halife olarak Hacı Galip Kuşçu oğlunu kendi yerine tayin eder. Mezarı, Cebeci Asri mezarlığında olup  İskilipli İbrahim Etem Hz.ile ayni mekanı paylaşmaktadırlar.
     Vesselamün alelmürseliyn, velhamdülillahi Rabbül alemiyn.

Tanrıyla Savaşarak Yarı Tanrı Olmuş Sıddık DEMİR

Tanrıyla Savaşarak Yarı Tanrı Olmuş
                                                                                              Sıddık DEMİR
            Milat olarak bilinen tarihten önce ki zamanlarda insanlığa öğretmen olarak seçildiğine bir kesimce inanılan Zerdüşt adında ki bir bilge kişinin insanlığı etkilediği bilinmektedir.
            Benzeri rehber insanların tamamına yakını ön Asya da çıkması bu bölgenin insanlığın beşiği olduğu konusunda kanaatleri güçlendirir.
            İrili ufaklı binlerce rehber insanın bu bölge de seçilmesi, mücadelelerinde ki yerel değerlerin ve terimlerin daha da önemlisi öğretilerin dilinin de bu bölge insanlarının dilinden olması çok tabii bir durumdur.
            Öyle ya; Yaratıcı yerel veya genel anlamda insanlığı derinden etkileyen öğretilerin dilinin anlaşılmayan dilden olunca muhataplarına göndermesi ne mümkün.
            Bir kavim, kendi dilinden indiğine inandığı öğretilere tamamen millileştirme çabasıyla yakınlık duyması, Yaratıcının kendi dilleriyle şereflendirme durumu, kimliğinin gücünün vurgulanmasına yorumlanarak yaşama direncini her daim geliştirme ve güçlendirme isteği oluşturur. Seçilmişliğin duygusunu yaşar, hatta üstünlük bile iddia eder. Tıpkı Yahudilerde olduğu gibi…
            Türk Milletinin manevi coğrafyasında çok gerilere gidilince yalnız kendi şahıslarına münhasır olduğu algılanan bir inanç biçimi olan “şamanlık” günümüzde dahi etkinliğini bir nebzecik de olsa göstermesi bir başka örnek olarak verilebilir.
            Lokal olmayan, bütün insanlık şuuruna hitap eden son Peygamberin dahi Arap kavminin yaşadığı coğrafya dan ve onların ekserisinin anladığı dilden muhatap alınmaları, mensubiyet bakımından kendini dışta hissedenler dahi bu evrensel öğretiyi onlara mal etmekten geri kalmazlar. Sonuç olarak, Arap dili ile gönderilen Kur’an-ı Kerim, Arap ırkı tarafından güçlü bir mensubiyet algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Arapların kimliklerini ve kültürlerini güçlendirmiştir. Çünkü Yaratıcı, kendi dillerin de onlarla muhatap olmuştur.
            ”Hiçbir kavim olmamış olsun ki Peygamber göndermemiş olayım” ifadesinden de anlaşıldığı gibi Yaratıcı bütün kavimlere en azından bir Peygamber göndermiş olduğu tefsir edilir,
            Türk Milletine de Zülkarneyn’i  Peygamber olarak gönderdiği konusu bugün bile gündemden düşmemiştir.  Zülkarneyn Peygamberin yaşadığı dönemde “Han” olduğunu ilk defa Vani Mehmet Paşa adında Kürt kökenli Osmanlı Vezirinden duyuyoruz. “Türk kavramının gelişmesi” ismiyle yayınlana eserinde  Prof.Dr.Aydın Taner hoca, kendisi aynı zamanda iyi bir din alimi ve tefsirci olan Vani Mehmet Efendinin bu konuda ki fikirlerini çok muhterem bularak yazılı kültürümüze tercüme eder.
            Bu açıdan bakılarak kendi kavmine gönderilen Peygamberlere daha yakın görülmek, fıtri olsa gerek. Yerilecek, ayıplanacak ve küçük görülecek bir tarafı yoktur.
            Gelelim esas söyleyeceklerimize:
            Ön Asya ya bir kader olarak bağlanmış Kavimlerin bugün itibariyle tamamına yakını Kur’an bağlıları olup Müslüman dır.  Kur’an hitabıyla Nasranî ve Sabilerin dahi tek Tanrı inancına sahip ama Şeriatlarının farklı olması, İslam dışı sayılmayacağına göre, bu açıdan hepsi İslam olarak değerlendirilir.
            PKK, Marksist bir felsefe ile ortaya çıkmış olup bütün inanç esaslarıyla çoğu zaman alay eden, Allah’a şirk koşan, din tanımaz bir oluşumdur. Gerek liderlerinin yazılı eserlerine gerekse PKK’ya gönül vermiş bir kısım Kürt aydınlarının yazılı ve sözlü ifadelerinden anlaşıldığına göre İslamı, Kürt kimliğini asimile eden Emperyalizm karşısında direnç oluşturmadığı gibi emperyal milletlerin bir parçası yani emperyal Milletlerle aynileşmeye zorlayan bir inanış olduğu için, bu öğretilere şiddetle karşı gelinmesi ve örgüt nezdinde ta ki yeni bir inanış biçimi tesis edilene kadar İslam la mesafeli durmayı kırmızı çizgi olarak görmektedirler. Çünkü İslam, ‘mücadeleci ruhu zayıflatır ve insanların afyonudur. Millet gerçeğini görmezden gelerek manevi damara bağlı, uyumlu ve ahenkli bir hayat tarzı ortaya koyar. O halde hızla İslamı ve onun oluşturduğu kültürden uzaklaşmak lazımdır’ anlayışını din gibi telakki etmektedir.
            İlla ki bir din dikte edilmesi gerekiyorsa o da ‘Zerdüştlük’ olması gereğine inanan aydınları vardır. Bu kesimlerce denilir ki: ”Zerdüşt, İsa’dan da Muhammed’den de asırlar öncesinde  Kürtlerin içinden çıkarılmış bir Kürt kökenli Peygamberdir. Ona mal edilen ve Kürtçe yazılmış “Avesta” adında bir de kitabımız var, bu kitaba sarılırsak Emperyal bir din olan İslam’dan korunmuş oluruz” türünde yorumlamaları vardır.
           Mesela Musa Anter adında  kürt kökenli bir aydının eserlerinde “Muhammed ve İsa bize şefaat etmezlerse kendileri bilir, ‘Zerdüşt’ şefaatçi olarak bize yeter” demektedir. Bilindiği gibi Musa Anter adında ki bu yazar meşhur İslam alimi Abdülhakim Zapsu’nun damadıdır. Menfur bir eylemle öldürülmüştür.
            Zerdüştlük ve Avesta’da ki öğretileri çok daha feodal buldukları için özellikle ayrılıkcı Kürtlerin Müslüman değil de keşke Hıristiyan olsaydık gibi iç geçirmeleri ne yazık ki dillenmektedir. Bu zümrenin din diye bir kaygılarının olmadığını söylemek için yukarıda anlatılanlara çok daha ilaveler yapılabilir.
           PKK hareketinin lideri, yazdığı eserlerinde ve savunmalarında din arayışı içerisinde bulunan bazı Kürt aydınlarının aksine tamamen Tanrı tanımaz bir sendromun içinde kendini gah yarı Tanrı, gah Tanrı’dan da üstün gah Peygamber veya Peygamberlerin mücadelelerini örnek alan, onları taklit eden, hukuki anlamda kendini onlara denk gören, durduğu yeri tam tayin edemeyen bir zat durumundadır.
            Mesela; PKK hareketinin başlangıç olarak 12 kişi ile kurulmasını Hz. İsa’nın 12 havarisiyle çıkışına benzetir. Yine “Peygamberler gibi konuşmak onlar gibi mücadele etmek nazarımdan çok kıymetlidir. Sonra Peygamberce ortada var olmanın neresi kötü ki” diyerek bir taraftan “Tanrı’yla savaşta onu yendim ve yarı Tanrı oldum” inanışında terfii rütbe yaşaması anlatmak istediğimize tam da uygun bir durumdur. Belki de bir tiyatro oyuncusu, inişli çıkışlı da olsa kendi pozisyonuna net bir yer kazandıramama rahatsızlığı yaşıyor bence.
           Seçim öncesi Başbakan’ın da dilin de sadır olan, Apo’ya ait olan bir bilgiyi yazılı basın da alarak bu yazının sonuna ilave ile PKK’nın ve lideri Apo’nun din karşısında ki duruşu hakkında tespiti bu yazıda ki özü bir daha vurgulaması açısında aşağıya alıyorum.
            “Rabbımın affına sığınıyorum; “Yukar da Tanrı olsaydı beni yine yanlış yola sevk edecekti. Allah’ta Kürtler için değildi. Kürtleri şaşırtıyor… Bunun için ben kendi kendimin Tanrı’sıyım” Kim söylüyor bunu Apo söylüyor. “Tanrı’yla savaş verdim savaştan başarılı çıktıktan sonra yarı Tanrı oldum”. Kim diyor bunu? İmralı… Bitmedi; “Namazın kendisi de genel anlamda bir tiyatro” Bunların tamamı Apo’nun yayınladığı kitaplarda var.”           

ŞU BİZİMKİLER (Eğitimci, Araştırmacı - Yazar) SIDDIK DEMİR

ŞU BİZİMKİLER
 Sıddık  DEMİR
Ayak üstü sohbette,”Şu Bizimkiler” isimli son kitabının yayınlandığını ve alıp okumamı söyledi. “Çilenin Böylesi” ilk eseriydi, çok akıcı bir üslubu olduğundan bir çırpıda okunabilir diye duymuştum. Ama eseri okumamıştım.                                                                    
Bu eziklikle “Şu Bizimkileri” aldım. Albenisi fazla olmayan, bayağı hacimli bu eserin, eve varır varmaz kapağını açtım. Aman Allah’ım dedim üç saat sonra!.  Ne kadar akıcı, ne kadar ustaca sergilenmiş, insan ilişkileri ve portreler ne güzel tasvir edilmiş!.                       
Aynı atmosferde ve aynı fikir mezrasında olduğumuz içindir belki dedim kendi kendime. Öylede olsa üç gün içinde nöbetleşerek aynı eseri üç kişi, aynı heyecan ve akıcılıkla okuyabilir miydi. Evet kitabın kapağı zaruri ihtiyaçlardan dolayı kapanır kapanmaz, gözü kitapta olan diğer aile efradı, hemen aynı kapağı aralayarak, adeta kitaba dinlenmek fırsatı verilmiyormuş gibi bir tatlı, bir heyecanlı, bir akıcı zulüm işleniyordu sanki.                               
Öze dönüş hareketinin fikir cephesinde ismini altın harflerle yazdıran o mücahit insanlarımızın, özel şahsiyetlerinde, etten kemikten yaratılmışlığın özellikleri sergileniyordu çeşit çeşit…
Demokrat partinin iktidarı zamanında Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in çıkarmış olduğu haftalık ‘Büyük Doğu’ mecmuasında Üstat’la, günlük çıkan ‘Vatan’ gazetesi baş yazarı Mehmet Emin Yalman arasında kalemle yapılan savaşın etkisinde kalan müellif  Hüseyin Üzmez’ in , Malatya posta hanesinde çıkarken baş yazara attığı iki el kurşunla  Türkiye karışmıştı.
 Bu olay bahane edilerek, normal olarak kurşunu atan ile, basın yoluyla azmettirdiği gerekçe gösterilerek Necip Fazıl, Osman Yüksel ve Sait Çekmegil tutuklanır. ‘Büyük doğu’ dergisi de  kapatılır. O günden itibaren Malatya cezaevinde hep beraber tutuklu kalırlar. İşte Hüseyin Üzmez ceza evi hatıralarını ‘Şu bizimkiler’ adını verdiği bu kitapta anlatmaktadır.
Temel noktalarda zayıflık emarelerinin gözlenmesi yanında, daha da gürleşen veya en azında istikrarını koruyan şahsiyet abidelerine rastlıyoruz bu kitapta. Eserde izah edildiği gibi “Ferdi hürriyetlerin veya şahsiyetlerin bütün çıplaklığıyla hodri meydan dediği MEDRESE-İ YUSUFİYE’ den” kişilikleri bu şekilde tasnif etmek esas gaye olmasa gerekir. Öyle de olsa bizim, insanımızı tam olarak tanımamız açısında çok güzel bir yaklaşımdır.        
Kutsal bir gaye uğrunda bile olsa metot, demokratik bir ortamdan mücadele gayesini taşımalıdır.Yalnız eşit şartlarda…Yapılan bir eylemin yanlışlığının eserin bütününde  teyidi, salim bir düşüncenin, üstün ve akılcı bir yaklaşımın mahsulüdür.                             …
.Üstat Necip Fazıl’ın “Sıcaklığını yıldızlardan almış, patlamaya hazır bir volkan” olarak tarif ettiği  müellif, tüm çilesi boyunca istikrarını muhafaza etmiş, pişmanlık belirtileri bilinen anlamıyla değil, stratejik anlamda oluşmuş bir insandır.    
‘Kara bir gün’ adlı ünlü makalenin yazarı Süleyman NAZİF, Malta’ya sürgün edildiği günlerin ertesinde,  ayrılığa dayanamayarak, mukabil defalar “Keşke yazmasaydım” gibi serzenişlerde bulunduğu ve pişmanlık emareleri gösterdiği bilinmektedir. Süleyman Nazif örneğinde olduğu gibi,  müellifin anlattığına göre; Üstat Necip Fazıl da benzeri serzenişleri, her gün ve her saat değişen halet-i ruhaniyesi, çok küçük hadiselere üzüldüğü veya sevindiği, kısaca dahiliğinin yanında , ihtişamlı egosuna ömür boyu saltanat sürdürmeye çalışması, doğrusu çok ilginç. Ama müsriflik noktasında da cömert. Parayı çok seven, o ölçüde de eşle dostla, hatta hiç tanımadığı kişilerle yiyen orijinal bir şahsiyet…
Bana göre “Şu Bizimkiler” deki en hoş, en istikrarlı, en mükemmel  kişilik, Osman Yüksel Serdengeçti merhumunundur.  Mangal kadar yüreği üstün zekasının kontrolünde, inanmış, samimi, yer yer soğuk kanlı, zaman zaman aslanlar gibi kükreyerek zora zor demesini bilen, dobra dobra, açık yürekli, açık sözlü ve milli konularda çok hassas, kelimenin tam anlamıyla gerçek bir halk kahramanı…
Türk kamuoyu; Merhum Necip Fazıl KISAKÜREK’İN, merhum Osman YÜKSEL’ den sanat ve bazı kabiliyetler bakımından üstün olduğu gerçeğinin yanında, merhum Osman Yüksel SERDENGEÇTİ’ nin de  daha istikrarlı olduğunu ‘Şu Bizimkiler’ den öğrenmiş bulunmaktadır.